28 Ekim 2014

Alim okulu -- AFL


Tam 50 sene önce (28 Ekim 1964) bir haber
"Ankara'da âlim yetiştirecek bir okul açıldı"

Bu gazeteyi görmedim ama bundan üç yıl sonra, Ankara Fen Lisesi ilk mezunlarını verdiği sene, kendimi orada birinci sınıfta buldum. Babam bir taksiyle beni dağın başında bir yere götürüp bıraktı. Dönüşte taksi sürücüsü sormuş: "Kusura bakma Abi, çocuğu neden bıraktın?" Okumak için bıraktığını, hem de İstanbul'dan geldiğini duyunca: "Abi, orada hiç okul bulamadın mı da buralara getirdin?"

AFL 1964 -- Derslikler ve idare binası
Issız bir dağ başında yatılı okul
Böyle bir okul hakikaten başka yerde yoktu. 24 kişilik sınıflarda, seçme öğretmenlerin gözetiminde, başka liselerde hayal bile edilemeyen laboratuvar ve kütüphane imkanlarına sahip olduk. Matematik derslerinde düşünmeyi öne alan "modern müfredatı" takip ederken, fen derslerinin her birinde haftada bir deney yapıyorduk.

İlk iki yıl sorunsuz geçti ama son sınıfta bizi bir düşünce aldı: Üniversite seçme sınavında ne yapacaktık? Sınavda klasik müfredata uygun sorular sorulduğu için, önceki mezunlar pek başarılı olamıyor, ancak özel sınavla alan okullara girebiliyordu. Yönetim "sizin için uğraşıyoruz" diyordu ama dağın başındaki 90 çocuk kimin umurunda?

Sınava girince sürprizi gördük: Fen soruları iki grupta toplanmış. 72 soru klasik, 72 soru modern müfredata göre. En başında yazıyor: "Okuduğunuz müfredata uyan soruları çözün." O anda bir tahmin yaptım: İki gruptaki soruların cevabı aynı şık olmalı. Yani 13. sorunun klasik cevabı C ise modern cevabı da C'dir. Bu bize büyük avantaj sağladı, 90 kişiden üçü ilk beş arasına girdi.


Yazının ayrıntılarından çok, resimde görülen genç öğretmenden söz etmem lazım: Faruk Aysu biyoloji anlatırdı. İşini bu kadar severek yapan kişi her meslekte az bulunur. Faysu tam bir idealistti, birkaç olayda söylediği "Allah'tan başka kimseden korkmam" sözünü hâlâ unutmuyorum. Bizden sonra uzun süre okul müdürü olarak görev yaptı. 

İlk gördüğümde dağ başında olan AFL, son gittiğimde mahallelerin arasında kalmış. 


25 Mayıs 2014

File-Edit-View

Otuz sene önceydi. 1984'de ilk Macintosh çıktığında GUI diye bir şey duyduk. Fare, pencere, menü... hepsi ilk Mac üstünde gördüğümüz yepyeni kavramlardı. Sol üst köşede küçük bir siyah elma ve yanında değişmeyen üç kelime: File-Edit-View.


Mac ile birlikte gelen bir kavram da localization -- yerelleştirme. O zamanlar Komili'nin olan Bilkom, yerelleştirme konusunda Boğaziçi Üniversitesinde bize danıştığında, bu menüler "Dosyalama-Düzenleme-Görüntüleme" olarak tercüme edilmişti. "Dosya-Düzen-Görüntü" halini alması için epeyce uğraşmamız gerekti. :)

Yıllar sonra Mac yazılımı çok değişti ama bu üç kelime aynen duruyor:


Bugün yaptığım bir arama, File-Edit-View menü üçlüsünün ilk olarak 2005'de tarayıcılardan kaldırıldığını gösteriyor. Bazılarımız bu özellikten vazgeçmedi, Firefox'da klasik menüleri görmeden yapamıyorum.


Otuz yıldır değişmeyen bir başka GUI özelliği ise Double-click -- çift tıklama. O zamanlar bunun geçerli bir mantığı vardı: Önce seç, sonra emret. "Bir dosya üstünde işlem yapmak için, önce fare ile dosyayı seçin, sonra menüden gerekli komutu bildirin." En sık kullanılan komut "Aç" olduğundan, çift tıklama bu işlemin kısa yolu olarak tanımlanmıştı.

Donanımın hızlanması ve yazılımın gelişmesi ile, dosya seçmek için tıklamaya gerek olmadığı anlaşıldı! Dosyanın üstüne gitmek, seçmek için yeterliydi, tıklamaya gerek yoktu. On yıl geçmesi ve ilk web tarayıcılarının ortaya çıkması gerekti. Şimdi yirmi yıl daha geçti. Web sayfalarında tek tıklama yeterli iken, dosya açmak için hâlâ çift tıklama standart davranış olarak duruyor.

2 Mayıs 2014

Bir origami eserinin doğuşu

Malzeme çok basit ve ucuz: Renkli fotokopi kağıdı. Kesmek için makas kullanmam. Uzun kesitler için giyotin uygun -- makas hiçbir elde bu kadar düzgün kesemez. Parçaları birbirinden ayırmak için mektup açacağı yeterli.

Bu örnek için seçtiğim 12-yüzlü (dodecahedron) beş renkten altışar adet modül ile yapılıyor. Katlama yöntemi burada.

30 adet modül kesildi ve katlandı, kontrast oluşturan renkler üstünde poz veriyorlar.  Ortaya çıkacak şekil henüz ancak yapımcının aklında.

Her renkten ikişer parça kullanınca ayaklı bir beşgen ortaya çıktı.

Parçaların üçte ikisi yerini aldı -- on iki yüzün altısı tamam.
Her yüzde (ve her kenarda) beş rengin herbiri var.

İşte beş renkli onikiyüzlümüz hazır. Yıllar önce dünyaya gelen altı renkli ablasının yanına ne güzel yakıştı :)

Origami güzeldir, insanı ferahlatır, mutluluk verir:
Bir iş bitirmenin mutluluğu...

1 Mayıs 2014

Origami Mutluluk Verir

Origami merakı, fakültedeki uzun toplantıların bir yan ürünü olarak 15 yıl önce ortaya çıkmıştı. Bir süre uzak kaldıktan sonra, 2012'de CAS161 dersini tekrar açtım. İlgi gördüğü sürece, bu dersi yine vermek isterim.

2012 Sergisinden bir kesit

2013 Sergisindeki işlerden bir kısmı

Daha sonra Üsküdar Çocuk Üniversitesi karşıma çıktı. Şubat'ta haftada bir gitmeye başladım. Üç ay geçti, çocuklar da ben de çok şey öğrendik. Mesela, daha önce düz beyaz kağıt kullanırdım, çocukların ilgisini çeksin diye artık renkli çalışıyoruz.

Üsküdar Çocuk Üniversitesinde yaptığımız işler

Bu çocuklar neden böyle mutlu oluyor? Çünkü daha önce görmedikleri geometrik bir cismi, biraz tarif, çokça sabır, biraz da yardımla bir saat içinde yapabiliyorlar. Çok basit malzeme ile bir şeyler üretebilmenin mutluluğu bu olsa gerek... Dün yaptığımız beş renkli onikiyüzlü, bir sonraki yazının konusu olsun.

Üç renk = Üç boyut

Origaminin bana verdiği mutluluk ise geometrik modellerin kısa sürede yapılması ve simetri yapısının gösterilmesi. Bu çalışmada, küb ile düali, küboktahedron ile düali aynı eksenlere oturmuş. Her cisimde sarı-yeşil-mavi üçgeninden sekiz tane var. Bu güzelliği başka bir yöntemle bu kadar hızlı gösterebilir misiniz?

28 Kasım 2013

Vaktin çocuğu

[Dün akşam Üsküdar'da "cebimize sığan bilgisayarlar" konusunda şu gözlemi anlatmıştım]

Bakıyorum ki herkes bir acele içinde. Aman şu zor iş bitiversin, şu dertli gün geçiversin, ayın sonu geliversin... İyi ama geçen ömrümüz, giden hayatımız, biten sermayemiz değil mi? Neden öyle bol keseden harcayalım?

Hikmetli bir kuzenim şöyle demişti: "İyi ki hayatın hızlı sarma -fast forward- düğmesi yok. Olsaydı, en ufak bir acıda, en küçük bir dertte ömrümüzü ileri sarar hızla bitiriverirdik."

Halbuki insan her anın kıymetini bilip o anı yaşamalı. Kıymeti bilinen anların toplamı bizim gerçek ömrümüzdür. Bu hakikatin muhtelif yansımaları:

Mâ medâ fâte, vel-muemmeli gayb,
Felekes-sâ'atulletî ente fîhâ...

Geçen geçmiştir artık; ân-ı müstakbelse mübhemdir;
Hayâtından nasîbin: Bir şu geçmek isteyen demdir.

(Arapça bir beyit ve Safahat içinde yorumu)

Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise, senin elinde senet yok ki ona mâliksin. Öyle ise, hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil...
(Risale-i Nur yorumu)

Yesterday is history. Tomorrow is a mystery.
Today is a gift. That's why it is called the present.
(çevirisi imkansız bir söz)

sûfi ibnul-vaqti bâşed ey refîq
nîst ferdâ guften ez şart-î tarîq

Arkadaşım, sûfi vaktin oğludur, "yarın" demek tarîkata sığmaz.
(Mesnevi I/133)



27 Kasım 2013

Bilgisayar cebimize nasıl sığdı?

Bilgisayarların kocaman salonları dolduran makinelerden başlayıp cebimizde süregelen evrimi en az 40 yıllık bir hikaye. Onar yıllık zaman aralıkları ile bu hikayeyi izleyelim.

1965 -- Oda içi (Mainframe)
1965'de bütün dünyada sadece birkaç bin -o zamanki yaygın ismiyle- "elektronik beyin" vardı ve bunların çoğu IBM markasını taşıyordu. Bilgisayar o kadar pahalıydı ki, satın alma değil kiralama yönemi ile müşteri bulurdu. Özel soğutulmuş odalarda sürekli çalışan bu cihazlarda Fortran ve Cobol en yaygın programlama dilleri idi.


Resimde merkezdeki konsol ilk kullandığım IBM 1620. Soldaki hanım kart okuyucuya delikli kartlardaki programı yüklüyor. Sağda, ek bellek olarak kullanılan kocaman disk değiştiriliyor. Ortadaki adam ise yazıcıdan çıkacak sürekli formları yönetiyor.

1975 -- Terminal
ABD'ye doktora öğrencisi olarak gittiğim 1975 yılında IBM yanında çok farklı firmalar çıktığını ve mini bilgisayarlar kullanıldığını gördüm. Üniversitelerde unix altında çalışan DEC sistemleri yaygındı. C ve Pascal yazılım dili olarak öne geçmişti. Bu makineler yine merkezi olmakla birlikte, kablolarla bağlanan çok sayıda akılsız terminalden kullanılıyordu.

1985 -- Masa üstü
Microsoft ve Apple, birbirinden bağımsız olarak kişisel bilgisayar yaptılar. Artık işlem gücü merkezde değil, masamızın üstündeydi ve hiçbir bağlantı gerekmiyordu. Herkesin işlemcisi kendi kontrolüne geçti.

1995 -- Internet
Bağımsızlık uzun sürmedi. Internet'in yaygınlaşması ile, Client-Server modeli ön plana çıktı. Çoğu Java ile geliştirilen sunucu yazılımına akılsız web sayfalarından bağlanmaya başladık. Böylece işlem gücü bir kere daha merkezde toplanmış oldu.

2008 -- Cep
Android ve iPhone cihazları ile bilgisayar cebimize sığdı. Hem bin kere daha hızlı, bin kere daha güçlü, bin kere daha ucuz olarak...

Bu cihazlar öyle güçlü ki, bunlara sadece "telefon" demek haksızlık olur!

Radyo, TV, pikap, teyp, kamera, saat, takvim, pusula ve daha birçok cihazın yerini doldurdu.

Ya bilgiler nerede? Yığınla fotoğraf, harita, kitap ve gazete cebimizde ağırlık yapmıyor.