28 Kasım 2013

Vaktin çocuğu

[Dün akşam Üsküdar'da "cebimize sığan bilgisayarlar" konusunda şu gözlemi anlatmıştım]

Bakıyorum ki herkes bir acele içinde. Aman şu zor iş bitiversin, şu dertli gün geçiversin, ayın sonu geliversin... İyi ama geçen ömrümüz, giden hayatımız, biten sermayemiz değil mi? Neden öyle bol keseden harcayalım?

Hikmetli bir kuzenim şöyle demişti: "İyi ki hayatın hızlı sarma -fast forward- düğmesi yok. Olsaydı, en ufak bir acıda, en küçük bir dertte ömrümüzü ileri sarar hızla bitiriverirdik."

Halbuki insan her anın kıymetini bilip o anı yaşamalı. Kıymeti bilinen anların toplamı bizim gerçek ömrümüzdür. Bu hakikatin muhtelif yansımaları:

Mâ medâ fâte, vel-muemmeli gayb,
Felekes-sâ'atulletî ente fîhâ...

Geçen geçmiştir artık; ân-ı müstakbelse mübhemdir;
Hayâtından nasîbin: Bir şu geçmek isteyen demdir.

(Arapça bir beyit ve Safahat içinde yorumu)

Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise, senin elinde senet yok ki ona mâliksin. Öyle ise, hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil...
(Risale-i Nur yorumu)

Yesterday is history. Tomorrow is a mystery.
Today is a gift. That's why it is called the present.
(çevirisi imkansız bir söz)

sûfi ibnul-vaqti bâşed ey refîq
nîst ferdâ guften ez şart-î tarîq

Arkadaşım, sûfi vaktin oğludur, "yarın" demek tarîkata sığmaz.
(Mesnevi I/133)



27 Kasım 2013

Bilgisayar cebimize nasıl sığdı?

Bilgisayarların kocaman salonları dolduran makinelerden başlayıp cebimizde süregelen evrimi en az 40 yıllık bir hikaye. Onar yıllık zaman aralıkları ile bu hikayeyi izleyelim.

1965 -- Oda içi (Mainframe)
1965'de bütün dünyada sadece birkaç bin -o zamanki yaygın ismiyle- "elektronik beyin" vardı ve bunların çoğu IBM markasını taşıyordu. Bilgisayar o kadar pahalıydı ki, satın alma değil kiralama yönemi ile müşteri bulurdu. Özel soğutulmuş odalarda sürekli çalışan bu cihazlarda Fortran ve Cobol en yaygın programlama dilleri idi.


Resimde merkezdeki konsol ilk kullandığım IBM 1620. Soldaki hanım kart okuyucuya delikli kartlardaki programı yüklüyor. Sağda, ek bellek olarak kullanılan kocaman disk değiştiriliyor. Ortadaki adam ise yazıcıdan çıkacak sürekli formları yönetiyor.

1975 -- Terminal
ABD'ye doktora öğrencisi olarak gittiğim 1975 yılında IBM yanında çok farklı firmalar çıktığını ve mini bilgisayarlar kullanıldığını gördüm. Üniversitelerde unix altında çalışan DEC sistemleri yaygındı. C ve Pascal yazılım dili olarak öne geçmişti. Bu makineler yine merkezi olmakla birlikte, kablolarla bağlanan çok sayıda akılsız terminalden kullanılıyordu.

1985 -- Masa üstü
Microsoft ve Apple, birbirinden bağımsız olarak kişisel bilgisayar yaptılar. Artık işlem gücü merkezde değil, masamızın üstündeydi ve hiçbir bağlantı gerekmiyordu. Herkesin işlemcisi kendi kontrolüne geçti.

1995 -- Internet
Bağımsızlık uzun sürmedi. Internet'in yaygınlaşması ile, Client-Server modeli ön plana çıktı. Çoğu Java ile geliştirilen sunucu yazılımına akılsız web sayfalarından bağlanmaya başladık. Böylece işlem gücü bir kere daha merkezde toplanmış oldu.

2008 -- Cep
Android ve iPhone cihazları ile bilgisayar cebimize sığdı. Hem bin kere daha hızlı, bin kere daha güçlü, bin kere daha ucuz olarak...

Bu cihazlar öyle güçlü ki, bunlara sadece "telefon" demek haksızlık olur!

Radyo, TV, pikap, teyp, kamera, saat, takvim, pusula ve daha birçok cihazın yerini doldurdu.

Ya bilgiler nerede? Yığınla fotoğraf, harita, kitap ve gazete cebimizde ağırlık yapmıyor.

20 Kasım 2013

Avrupalı olamadık

2010 sonunda Marmara Üniversitesi Rektörüne yazdığım mektuptan beri bir çok ilerleme sağlandı. Akademik yayınlar ve proje destekleri çoğaldı, bütçeler gerçek anlamda büyüdü, akademik personelin ücretleri dolar bazında arttı. Avrupa üniversiteleri arasında akademik dolaşımı hızlandıran eduroam hizmetine kablolu ve kablosuz bağlantılar sağlandı. Kampuslarda yemek hizmeti gelişti, bilgisayar hizmetleri yönetimde yaygınlaştı, kütüphane 7/24 kullanıma açıldı, ısıtma ve aydınlatma sistemleri iyileşti.

Lakin bunlarla "Avrupalı" olamadık. Kapılardaki duruma bakınca Avrupa'dan ne kadar uzak olduğumuz açıkça görülüyor.


----------

From: Akif Eyler
Date: 2013/11/20
Subject: Re: Kapıları halka açalım
To: Zafer Gül

Sayın Rektörüm, üç yıl önce ekteki mektubu yazdığımda durum böyle vahim değildi. Şu anda üniversitenin geldiği noktada öğrencilerin üstü TEK TEK aranmakta, yaya gelen akademik personele bile (arada bir) kimlik sorulmaktadır. Bizim de üstümüzün ya da aracımızın aranacağı, belki de kart basarak girilecek bir ortama doğru gidildiğini esefle gözlüyorum.

Güvenlik amiri ile yaptığım görüşmede olay çıkarabilecek öğrencilerin ancak 50 civarında olduğunu öğrendim. Yani 50 kişi için 50 bin masumu taciz etmekten çekinmiyoruz. Ne yazık ki bu davranışlar yönetimi zayıflatmaktan başka bir işe yaramıyor.



2010/12/12 Akif Eyler  -- ÜÇ YIL ÖNCEKİ MEKTUP

Sayın Rektörüm,
Bir sorunu çözmek için bazen en iyi yol, hiç beklenmedik bir hamle ile arkadan dolaşmaktır. Endüstri mühendisliği tarihinde, 100 sene önce Ford'un ekonomik çöküntü karşısında yaptığı ücret zammı unutulmaz bir örnek olarak okutulur.

Deneme olarak, bir kampüste kapı giriş denetimini kaldıralım, "Öğrencimize güveniyoruz" sloganı ile halka açalım. Hem halk ile elit kesim arasındaki aşılmaz duvarı alçaltmış, hem de öğrencilerde yükselen tansiyonu indirmiş oluruz. 

Bu kapılarla ve duvarlarla -Bologna sürecini kağıt üstünde geçsek de- Avrupalı olamayız. İnanıyorum ki bir gün kapıları açmakla kalmayacak, duvarları da yıkacağız. Gelin, bu hamleyi ilk başlatan yönetim biz olalım.