2 Haziran 2024

Kararlarım kendi tercihim mi?

Geride kalan 70 yıl boyunca önüme çıkan önemli karar noktalarına bakınca aklıma şu sorular geliyor:
* Bugün olsa yine aynı kararları verir miydim?
* Bunlar hakikaten benim kendi tercihim mi?

Gençlik yıllarımda kariyerime şekil veren 7 adet kararın sonuçlarını anlatmak istiyorum. Eş seçimi, ev seçimi, proje seçimi gibi başka önemli kararlar burada söz konusu değil.


1964 Ortaokul

Tam 60 yıl önce bugünlerde Moda'daki Fransız okuluna kayıt yaptırmıştık. 

Sınav ve kayıt yetmez -- bu kapı bana açılmadı

5 yıllık ilkokulu yeni bitirmiş ve iki okulun giriş sınavlarını kazanmıştım: Biri İngilizce Maarif Koleji, diğeri Fransızca misyoner okulu. Çevremizin etkisiyle ikinciyi seçtik. Yanlış bir karardı, devlet okulunu seçmek daha güzel olurdu. 

Lakin sınav kazanıp kayıt yaptırmak yetmedi. Babam yaz ortasında yeni kurulan önemli bir kurumda işe başladı ve üç yıl için Ankara'ya taşındık. Ya Fransız okulunda yatılı kalacaktım, ya da Ankara'nın iyi bir mahalle okulunda 80 kişilik barakalarda okuyacaktım. İkinciyi seçtik ve doğrusunu yaptık. 11 yaşında bir çocuğu yatılı okula vermeyin...

Ortaokula girdiğim yıl, çok farklı bir okul açılmış, ama biz duymamıştık.

60 sene önce (28 Ekim 1964) bir haber

1967 Fen Lisesi

Üç yıl sonra, kendimi Ankara Fen Lisesinde buldum. Bu noktada karar vermek zor değildi. Sadece 96 öğrencinin özel sınavla kabul edildiği bir lisede yatılı okumanın ayrıcalığını yaşadım: Alim okulu

AFL 1964 -- Derslikler ve idare binası
Bomboş çevre şimdi Çiğdem mahallesi oldu

Burada geçen üç yıl hayatımın en verimli zamanı oldu. Kütüphane ve laboratuvar imkanları ile idealist öğretmenlerin gayreti, bizi yaşıtlarımızın epey ilerisine geçirdi. Üniversite giriş sınavında ilk beşin üçü bizden çıktı. Kendi adıma, akademik başarım büyük ölçüde lise eğitiminden kaynaklanıyor.


1970 Robert Kolej

Asıl karar noktası üniversite oldu. Fen Lisesi mezunlarının çok büyük çoğunlukla seçtiği iki kariyer yolu vardı: Hacettepe Tıp ya da ODTÜ Mühendislik. Fen lisesinden sonra fen fakültesini seçmek doğal görünse de, hayatın gerçekleri bu yolu çoğumuza kapatıyordu. 

Lakin ben artık ailemin yanında, İstanbul'da okumak istiyordum. Tıp dallarını hiç düşünmediğim için mühendislik yolunda iki ihtimal vardı: Bir yanda tanınmış, sağlam ve köklü kurum İTÜ, bir çok yakınımız oradan mezun. Diğer yanda, ne olduğunu bilmediğimiz, küçük bir yüksek okul: Robert Kolej. Çevrenin baskısına rağmen ikinciyi seçtim, çünkü oradan yurt dışına bir yol bulacağımı seziyordum. Şimdi geriye bakınca sezgimin ve kararımın doğru olduğunu görüyorum.

Hamlin Hall 1927 -- Erkek öğrenci yurdu
Hazırlık sınıfında iken üniversiteler karıştı, eylemler, boykotlar birbirini kovalıyordu. 1950'lerin Amerikan hayranlığı yerini "Yankee go home" ve "Çirkin Amerikalı" sloganlarına bırakmıştı. Sonra bir rivayet çıktı: "Amerikalılar gidiyor, Kolej kapanacak!" Daha önce İTÜ'yü tavsiye edenler "Sana demiştik, emeklerine yazık olacak" demeye başladılar.

Korktuğumuz gibi olmadı, ertesi yıl darbe oldu, eylemler durdu. TC devleti İstanbul'da üçüncü üniversiteyi kurdu ve Amerikalılar yüksek okulu Boğaziçi Üniversitesine devrettiler. Robert Kolej ise Arnavutköy sırtlarındaki kız koleji ile birleşerek orta öğretim faaliyetini sürdürdü.

Öğrenciler açısından değişen bir şey olmadı. Aynı altyapı ve aynı kadro ile dersler devam etti ve iyi bir eğitim alarak mezun olduk. İyi eğitim aldığımı ABD'de doktora dersleri sırasında "bunları daha önce görmüştük" diyerek anladım. Demek üniversite seçiminde doğru bir karar vermişim!

Ya bölüm seçimi? Çok düşünmeden makine mühendisliğini seçmiştim. Henüz bilgisayar kelimesi bile yeni olduğu için öyle bir bölüm yoktu. Dört yıl içinde, program yazmayı inşaat mühendislerinden, matematiği fizikçilerden öğrendim. Bütün fizik derslerini fazladan aldım ama o zaman çift-anadal kavramı yoktu, diploma vermediler. Fizik hocalarım, kesinlikle fizikte doktora yapmamı, bu heyecanla önemli araştırmaların parçası olmamı tavsiye ettiler. Bu kararı doktora eğitimine erteleyip mühendislik mezunu oldum.


1975 Doktora yeri ve konusu

Mezuniyete bir kaç ay kala ortalaması en yüksek olanlar yurt dışında (yani ABD) üniversitelere başvurduk. Benim formları en yakın arkadaşım Osman Balcı doldurdu, birlikte postaya verdiğimiz günü bile hatırlıyorum. Nisan ayında kabul mektupları yine postayla geldi. MIT'den yüksek lisans, Harvard'dan doktora için araştırma bursu kazanmıştım. Çoğunluk MIT demesine rağmen Harvard'ı seçtim, çünkü hemen doktoraya kabul ettiler, ayrıca bir yeterlik sınavı gerekmedi.

Pierce Hall 1952 -- Mühendislik hocaları bu binada

Yeri seçmek kolay oldu. Peki kiminle, hangi konuda çalışacaktım? Akademik danışmanım "önce dersleri al, sonra hocanı seçersin" dedi. Hakikaten, derslerde hocaları tanıyınca Çin asıllı bir tez danışmanı seçtim ve başarılı bir tez ortaya çıktı. Tez hocam benimle başladığı konuda yıllarca yayın yaptı. Bugün bakınca bu kararlar da doğru görünüyor.

Tez çalışmalarım sona yaklaşırken, İstanbul'dan bir ziyaretçim geldi: Endüstri Mühendisliği bölüm başkanı İbrahim Kavrakoğlu. Yeni kurulan bölümüne şehir şehir dolaşarak eleman arıyordu. 

"Hemen döneyim mi, burada bir iki sene çalışayım mı?" sorusuna "Türkiye kaçmıyor, önce kendini yetiştir, sonra dönersin" deyiverdi. Kısa vadeli bakan bir yönetici olsaydı "hemen gel, sana ihtiyaç var" derdi.


1980 Boğaziçi Üniversitesi

Bölüm başkanının tavsiyesine uyarak doktoradan sonra bir sene daha çalıştım. Memlekete dönüp dönmemek bir karar konusu olmadı, ilk günden beri mezun olduğum üniversiteye dönmek istiyordum. Fakat hangi bölüme girecektim? Lisans derecesini aldığım bölüm mü, doktora derslerinde yoğunlaştığım bölüm mü, yoksa yeni kurulan Endüstri Mühendisliği mi? Her üç bölümde de takdir ettiğim çalışkan hocalarım vardı. Hepsinin olduğu bir toplantıda hangi bölüme gireceğimi sordular. Eyvah, buna nasıl cevap vereyim şimdi! Rahmetli İbrahim Hocam bir çırpıda sorunu çözdü: "Yeniliğe açık ve en hızlı gelişen bölüme girecek elbette." Bu cevap ile konu kapandı, hiçbir dersini almadığım yeni bölümü seçtim...

2000'lerde Boğaziçi Üniversitesi
Arka planda Anadolu Hisarı ve Küçüksu

Boğaziçi Üniversitesi, gençlik yıllarımda kendimi geliştirdiğim yer oldu. Çok sayıda ders verme imkanı buldum. Lakin, sürekli aynı yerde kalmak insanı köreltir. Başka yerlerde de çalışmak akademik gelişmenin ön şartıydı.


1988 Akademik izin

Üniversitelerde "Sabbatical" diye anılan bir gelenek vardır: Yedi yılda bir yıl akademik izin. 

Devlet yükseköğretim kurumlarında fiilen 6 yıl çalışan öğretim üyelerine yurt dışında ar-ge niteliğinde çalışmak üzere 1 yıl süre ile ücretli izin verilebilir.

Akademik izin zamanı gelince, 5-6 yere geçici araştırma kadrosu için başvurdum. Hayret, hiçbirinden olumlu cevap gelmedi. Tam o sırada, yeni kurulmakta olan Bilkent Üniversitesinden aradılar. "Kadrolu olmaz ama bir yıl için gelebilirim" dedim. Böylece "Sabbatical hakkını" yurt içinde kullanan ilklerden biri oldum. Lakin yurt dışından kabul alsaydım tercihim bu olmayacaktı. Yani biraz zorla Ankara'ya gitmiş oldum.

1988'de Bilkent Rektörlük binası
Üniversite bu bina ve lojmanlardan ibaret idi
Bilkent'te geçirdiğim bir yıl çok verimli oldu, gidemediğim Amerikan kurumlarından hiç aşağı kalmadı. Geriye bakınca, doğru bir tercih olarak değerlendiriyorum. Sonraki sene yine Boğaziçi'nde geçti ama Bilkent'te alıştığım imkanları eski okulumda bulamadım. Yer değiştirme vakti gelmişti.


1990 Bilkent Üniversitesi

YÖK profesör kadrosuna atanmamı onaylayınca, devlet üniversitesinden istifa ile ayrıldım, ilk ve zamanın tek vakıf üniversitesine geçtim. Bilkent'in fizik ve mühendislik bölümlerinin genç ve çalışkan kadrosu o sırada büyük ümitler vaadediyordu. Bilim dünyasında "ses getiren buluşlar" yapacaktık.

2020'lerde Bilkent Üniversitesi

Beş sene çalıştıktan sonra görüldü ki ne fizikçiler Nobel düzeyinde buluş yapabiliyor, ne de ben kendi alanımda ses getiren bir yayın... "Boyumuzun ölçüsü bu kadarmış" diyerek artık İstanbul'da çalışmak istiyordum. Marmara Üniversitesinden gelen teklifi fazla düşünmeden kabul ettim. Hayatımda "önemli bir karar" oldu elbette, ama alternatifi yoktu...


En baştaki iki soruya dönelim:

* Bugün olsa yine aynı kararları verir miydim?
Fransız okulu hariç, "evet" diyorum. Diğer kararlarım doğru görünüyor, bugün olsa aynısını seçerdim.

* Bunlar hakikaten benim kendi tercihim mi?
Buna "evet" demek çok zor. Her karar kendi şartlarında öyle olmak zorundaydı.

Şu halde, "insan hiçbir şey seçemez, kaderine mahkumdur" mu diyorum? Hayır, tam tersine... Bu kararları verirken ileriye bakıyordum, hepsi kendi tercihimdi. Başka türlü seçmek pekâlâ mümkündü. Lakin geriye bakarken perspektif değişiyor ve "o günün şartlarında başka bir tercih yapamazdım" oluyor. Hani görünen ışık bazı deneylerde dalga gibi, bazı deneylerde parçacık gibi davranır ya, bu da ona benziyor: Karar anında kendi irademle seçiyorum ve bu karardan sorumluyum. Ancak iş olup bittikten sonra, "bu kaderimdi, başka türlü olamazdı" diyebilirim.


14 Mayıs 2024

Karadağ'a çıktım!

Çocuk yaştan beri, Karaman'a her gittiğimde bu dağın gizemine kapılırım. Ovadan yüksekliği sadece 1200 metre ama Bursa'nın Uludağ'ından, Edremit'in Kazdağ'ından daha görkemli, çünkü geniş bir düzlüğün ortasında tek başına duruyor ve 100 km uzaktan görülüyor. Konya'dan yola çıkınca, Kaşınhan geçidinden sonra, Toros'lara çıkıncaya kadar sol tarafınıza hakim olan bir görüntü...

Şehrin her yerinden görünüyor [KMÜ oteli]
Önde Baştepe, arkada zirveyi oluşturan üç tepe
(Resimlere dokunarak büyütebilirsiniz)
Yukarıda görüldüğü gibi, dağın üstünde çok sayıda tepe var. Bunların üç tanesi 2200 metreyi aşıyor. Yaklaşık birer km aralıklı bu tepelerin üçüne de "zirve" deniyor.

Karadağ ve üç zirvesi -- yükseklik 2270 m
Mavi kutunun sağ altında Baştepe krater gölü
... üç yüksek tepenin birleşmesinden oluşmaktadır: Baştepe, Kızıltepe ve en yüksek noktası olan Mahalaç Tepe (2271 m). Baştepe'de 150 metre [yanlış] çaplı bir krater bulunmaktadır.

Burada söz konusu olan üç tepe ile yukarıdaki üç zirve aynı değil. Kızıltepe dağın kuzey tarafında (denizden) yüksekliği 1600 m. Üç zirveden biri olan Mahalaç tepe, dağın ortasındaki Uluçukur'un güney batısında. Baştepe ise güneyde, Karaman'a en yakın ve üstünde küçük bir kale olan volkan tepesi, yüksekliği 2000 m. Sayfanın İngilizcesinde, Baştepe kraterinin derinliği 150 m, çapı 1500 m olarak verilmiş. Yukarıdaki harita bu bilgiyi teyid ediyor.

İKEV tarafından düzenlenen Karaman gezisinin 4. gününü Karadağ'a ayırdık. Otobüsle güney yolundan zirveye çıkmak mümkün olmadığı için, kuzeydeki az meyilli yoldan Madenşehri'ne, ve oradan Üçkuyu'ya ulaştık. 1600 metre yükseklikten ovanın manzarasına doyamadık... 

Üçkuyu'dan zirveye iki buçuk saatlik tırmanış yolu
dağın ortasındaki Uluçukur'un yarısını kapsıyor

Üçkuyu'dan Mahalaç Tepe'ye yaklaşık 8 km kalıyor, fazla dik olmayan uzun bir tırmanışı gençlere bırakarak aynı yoldan geri döndük.

Binbir Kilise

İlkel dinlerde dağlar neden önemlidir? Göklerde olduğu sanılan Tanrı'ya yakın olmak için elbette... Toplu dua ve kurban törenleri hep yüksek yerlerde yapılırmış. Kitaplı dinler bu anlayışı değiştirerek "Allah mekândan münezzehtir, yere göğe sığmaz" dediyse de insanların haşmetli dağlara olan saygısı aynen devam ediyor. Bu dinlerin peygamberleri de kendi dağları ile hatırlanıyor: Hz İbrahim ile Nemrut dağı, Hz Musa ile Tûr dağı, Hz İsa ile Zeytûn dağı birlikte anılır. Son peygamber de Nûr dağında vahiy almış, devletini Uhud'un eteklerinde kurmuş.

Madenşehri'nde bir kilise kalıntısı [Halime Akdağ]
Aynı kilisenin içi -- tavan çökmüş [KMÜ oteli]

Roma devrinde yaşayan ilk hristiyanlar (Kur'an dilinde bunlar da Müslüman) Karadağ'a özel bir önem vererek, dağın hemen her yerine çok sayıda kilise ve manastır yapmışlar. Daha sonra Bizans devrinde ilgi devam etmiş, sayılamayacak kadar çok kalıntı var, hepsi dini yapılar. Etrafta önemli bir yerleşim yeri yokken bu kadar çok kilise nasıl açıklanır? Demek ki eski insanlar Allah için bir eser bırakmakta yarışmışlar.

Karadağ'ın güz sonunda Karaman'dan görünüşü
[Dick Osseman - CC BY-SA 4.0]

Bu geziyi İKEV adına düzenleyen Suat Sözer'e, KARTAP adına konukları ağırlayan Rıza Duru'ya, Karadağ ve çevresini gezdiren arkeolog Ünsal Özırmak'a teşekkür ederiz.

Kaynak: 
https://tr.wikipedia.org/wiki/Karadağ_(Karaman)



7 Mayıs 2024

Modern bir Derviş

Bugün ilginç ve benzersiz bir gençle tanıştım: Almanya doğumlu Marian Brehmer. İbn Haldun Üniversitesinde master yapmış, şimdi Türkiye'de yaşıyor. Celâleddin Rumi'nin ayak izlerini takip ederek Horasan'dan Konya'ya kadar dolaşmış bir Mevlânâ hayranı. 33 yaşında ve şimdiden birkaç kitabı var:

  • Diary of a Cycling Dervish – 24 Days on the Anatolian Sufi Trail
  • Acquire Thirst – Travels into the World of the Sufis
  • Looking for Rumi – A Quest to Find the Treasure Beneath the Ruins

İki kitabın ön kapakları

Özellikle geçen ay yayınlanan son kitabı ilgimi çekti: Rumi'nin geçtiği Belh, Nişabur, Halep ve Konya'yı 10 yıl içinde dolaşırken, bu dört ülkeden kesitleri anlatan modern bir seyahatname. Yazarı da modern bir derviş, Rumi'nin hayat hikayesini sunarken, araya kendi hatıralarını ustaca eklemiş.

Görüşmemizin ana konusu, bu kitabın Türkçe'ye kazandırılmasıydı. Önce mail ile haberleştik. "Üsküdar Nevmekân iyi mi?" yazdım, "Nevmekân Sahil" dedi. Meğer Üsküdar'da çok sayıda Nevmekân varmış, kibarca hatırlatmış oldu. Yeğenim Celâleddin ve oğlu Emre de bize katıldılar.

Emre, Marian, Akif, Celâleddin

İlk kitabına konu olan Sûfi yolu

Toplantının sonunda Celâleddin ikimize birer kitap hediye etti. Marian'a verdiği The Words içinden seçtiği satırları okuyarak ayrıldık.
Yeki hâh, yeki hân, yeki cûy
Yeki bîn, yeki dân, yeki gûy
* Yeki hâh: Bir'i iste; başkaları istenmeye değmiyor.
* Yeki hân: Bir'i çağır; başkaları imdada gelmiyor.
* Yeki cûy: Bir'i ara; başkaları (aranmaya) lâyık değil.
* Yeki bîn:  Bir'i gör; başkaları her vakit görünmüyorlar.
* Yeki dân: Bir'i bil; marifetine yardım etmeyen başka bilgiler faydasız. 
* Yeki gûy: Bir'i söyle; O'na ait olmayan sözler, mâlâyani sayılabilir. 
(Onyedinci Söz'den alıntı)


16 Mart 2024

"Ben ney'im"

Varoluşun temel sorusu: Ben neyim? Pek çok düşünür, "Ben hiçim" saçmalığından başlayıp "Ben sizin rabbinizim" inkârına kadar birçok cevap bulmuşlar. Yelpazenin iki ucu da hatalı, doğru cevap ortada bir yerde olmalı.

Celâleddin Rûmi, insanı ney çalgısına benzeterek "Ben ney'im" demiş. 800 yıl önce dile getirdiği (*) 25.000 beyitlik dev eserinin ilk sayfası şöyle:

Tebriz baskısı Mesnevi

Yıllar önce böyle bir sayfa arayıp da bulamamıştım. Geçen hafta eski bir öğrencim Solmaz Nilchibar gönderdi:

Babamdan hatıra kalan 1954 basımı Mesnevi kitabının ilk sayfası. Babam Hossein Nilchibar 2003 de vefat etti, umarım ruhu haberdar olur paylaşımınızdan. Kendisi de Mevlana aşığıydı, tüm Mesnevi ezberindeydi.

Solmaz'a teşekkür ederken babası Hüseyin Bey için rahmet diliyoruz.


İnsan ve Ney

"Bu ney" diye kendisini nitelendiren Rûmi, neyin yanık sesini, asıl vatanı olan kamışlıktan koparılıp ayrılması ile açıklıyor ve firâkın acısını anlatıyor. Bazen neşeli, çoğu zaman dertli ezgiler, içi bomboş bu delikli neyden geliyor. Lakin neyi üfleyen Birisi var... Var ki milyarlarca neyden bir senfoni dinletiyor.

Doğuda ve batıda milyarları etkileyen bu hârikulâde eser Mesnevi şöyle başlıyor:

bişnev in ney çun şikâyet mîkuned
Dinle bu ney nasıl şikayet ediyor

"Küçük" bir Tahrifat

Sonra gelenler, Rumi'nin kendisini neye benzetmesini güzel görmemişler, ilk satırını "daha güzel" yapmaya çalışmışlar. Metnin aslındaki "in" kelimesi "ez" olurken, "hikayet" ve "şikayet" yer değiştirmiş:

bişnev ez ney çun hikâyet mîkuned
Dinle neyden nasıl anlatıyor

bişnev ez ney çun şikâyet mîkuned
Dinle neyden nasıl şikayet ediyor

bişnev in ney çun hikâyet mîkuned
Dinle bu ney nasıl anlatıyor

Bu konuyu 2022'de yazmıştım: Korunmamış bir kitap. O zaman elimde iki örnek vardı, Tebriz'den gelen bu sayfa ile örnekler tamamlandı. Muhakkik ve titiz Mesnevi uzmanı Dr Ibrahim Gamard tahrifatı şöyle anlatmış:
... the oldest manuscript of the famous first verse reads: 
besh’nō īn nay chūn shekāyat mīkonad
[Listen to this reed how it complains]
However, the reciter says: 
besh’nō az nay chūn hekāyat mīkonad
[Hear from the reed-flute how it tells a tale]
In this case, the reciter has compromised by recording an “improved” version that has replaced the original wording...

Kuran-ı Kerim korunmasaydı ne olurdu?
İşte şu harikulade, insan eseri Mesnevi'nin ilk satırında görüldüğü gibi, sayısız farklı sürümleri olurdu! Madem ki Kuran'ın tek sürümü var, o halde hakikaten korunmuştur.
(Bu önemli sonuç için eski öğrencim Gürsu Gülcü'ye teşekkür ederim)

İlk 18 Beyit

Mesnevi'nin başındaki ilk 18 beyit, kitabın rûhu ve hulâsası, özünün özü olmak gibi bir anlam ifade ediyor. 2005'de yazdığım satırları yeni gelen Tebriz sayfası ile kıyaslamak ilginç olurdu. Lakin bu iş beni aşıyor...

Mesnevi'den ilk 10 beyit


(*) Mesnevi yazılmamış, söylenmiş bir kitaptır. Bu nedenle "dile getirdi" diyorum. Rûmi şiir diliyle anlatırken, başkaları onu yazıya dökmüş.


27 Ocak 2024

Ayasofya Sanal Tur


Video, dev kubbeyi 55 metre yükseklikte tutan yan kemerleri, 2 yarım kubbeyi ve 6 çeyrek kubbeyi göstererek başlıyor. Sonra binanın planı üstünde, 2024 Ocak ayında uygulanan Cami-Müze ayrımı anlatılıyor:
2024: Cami ve Müze bir arada, girişleri ayrılmış

Mimar Sinan'ın katkısı, binayı güçlendiren payandalar ve minareler yukarıda yeşil işaretli. Mâbede cami özelliğini veren mihrap, minber, müezzin mahfili ve hünkar mahfili kırmızı işaretli. Ayrıca, 8 adet devasa sütunun her birinde 7.5 metrelik isim levhaları: Allah, Muhammed, Ebûbekr, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Huseyn.

Minberin yanında hat levhaları

Mihraptan geriye doğru bakış -- Muhteşem!

Referanslar:

https://tr.wikipedia.org/wiki/Ayasofya

https://islamansiklopedisi.org.tr/ayasofya

https://ayasofyacamii.gov.tr/sanaltur/index.html

https://gozlemler.blogspot.com/2021/08/ayasofya.html


24 Haziran 2023

Yapay Zekanın Tarihçesi

Yapay Zekanın geçmişi hakında Türkçe bir kaynak:

yapay-zeka-zaman-cizelgesi (2012-2021)

Yapay Zeka ve İnsan mail grubunu kurduktan sonra, sık sık sunum davetleri alıyorum. Son olarak Durmuş Günay Hocamın davetiyle, Yapay Zekâdan Korkalım mı? konusunu anlatmıştım. Sunum dosyasına şuradan erişebilirsiniz. Sunumda bahsi geçen tarihçeyi daha okunaklı hale getirmek için Yapay Zekadan yardım istedim:


Bu prompt ile ChatGPT hakikaten güzel bir tarihçe üretti. Biraz düzelterek sunuyorum:

Yapay Zeka (YZ) tarihi, 1956'da başlıyor. John McCarthy, Yapay Zeka terimini ilk kez, önde gelen bilim insanlarının insan zekasını taklit etme yeteneğine sahip makineler oluşturma konusunu tartışmak için bir araya geldiği Dartmouth Konferansı'nda kullandı. McCarthy ve diğerleri, dil kullanma, problem çözme ve öğrenme gibi insan zekasının özelliklerini sergileyen bir "makine dilinin" oluşturulmasını önerdi. 

1960'ların başlarında, YZ'nın insan dilini kullanma becerisi Joseph Weizenbaum tarafından geliştirilen ELIZA ile başladı. ELIZA, bir insanla doğal dilde konuşabilen ve basit konuşma kalıplarını taklit edebilen ilk sohbet robotuydu. Basit yapısına rağmen, ELIZA, YZ'nın insan dilini kullanma potansiyelini gösteren bir kilometre taşı oldu. YZ'nın erken dönemlerindeki heyecan verici başarılar uzun sürmedi. Basit dil modelleri gerçek çevirilerde tökezledi.

1970'lerde beklenen ilerlemelerin gerçekleşmemesi nedeniyle bir hayal kırıklığı dönemi yaşandı. Bu dönem, Yapay Zeka Kışı olarak adlandırılıyor. İlk YZ modellerinin dil anlama, problem çözme ve genel zeka gibi alanlarda sınırlı başarıya ulaşmasının ardından, finansman ve ilgi azaldı. Ancak bu dönem, aynı zamanda YZ'nın uzmanlık alanlarına daha odaklanmış bir yaklaşımın gelişmesine de yol açtı.

1980'lerde "Uzman Sistemler" adı verilen odaklanmış YZ modelleri yükselişe geçti. Uzman sistemler, belirli bir konuda derin bilgiye sahip olacak şekilde programlanmış ve belirli görevleri gerçekleştirme yeteneğine sahip olacak şekilde tasarlanmıştı. Bunlar arasında medikal teşhis koyma, hukuki tavsiyelerde bulunma ve karmaşık veri tabanlarını yönetme yetenekleri bulunuyordu. Bununla birlikte, bu sistemler genellikle tek boyutlu ve genel problem çözme yeteneklerinden yoksundu, dolayısıyla bu dönemin başarıları sınırlı kaldı.

1990'lar, YZ'nın gelişiminde yeni bir dönemi işaret ediyor. Bu dönem, Makine Öğrenmesi'nin yükselişine tanıklık etti. Makine öğrenmesi, bilgisayarların karmaşık modeller ve algoritmalar kullanarak verilerden öğrenme yeteneğini vurgular. Bu dönemin en büyük başarılarından biri, 1997'de dünya satranç şampiyonunu yenen IBM'in Deep Blue bilgisayarı oldu. Bir bilgisayarın, karmaşık bir oyunu işin ustası bir insandan daha iyi oynayabileceğini gösterdi.

2000'ler, YZ'nın internet, iletişim ve GPS gibi günlük teknolojilerimizin ayrılmaz bir parçası olduğu bir dönem oldu. Google gibi şirketler, web aramalarını geliştirmek için Yapay Zeka algoritmalarını kullanmaya başladı. Akıllı telefonlar, Yapay Zeka'yı daha fazla kişiye ulaştıran cihazlardı ve GPS hizmetleri, restoran önerileri ve hava tahminleri gibi bilgileri kullanıcılara sunmak için YZ teknolojisini kullandı. Ref: Bilgisayar cebimize nasıl sığdı

2010'larda, Makine Öğrenmesi'nin yeni bir alt dalı öne çıktı: Derin öğrenme, büyük miktarda veriden karmaşık desenleri öğrenmek ve anlamak için yapay sinir ağları kullanır. Bu teknoloji, görüntü ve ses tanıma gibi alanlarda büyük ilerlemeler sağladı.

2020'lerin başlangıcında, Yapay Zeka teknolojisinin bir sonraki büyük dalgası olarak Oluşturucu YZ (Generative AI) öne çıktı. Bu teknoloji, makinaların öğrendikleri verilerden yeni ve özgün içerik oluşturabilme yeteneğine sahip olmasını içerir: metin oluşturma, resim ve müzik yapma ve hatta kod yazma gibi alanlarda uygulamaları olan heyecan verici bir gelişme. Bugün için, Oluşturucu YZ'nın en çarpıcı örneği OpenAI tarafından geliştirilen GPT modelleridir.

Sonuç olarak, Yapay Zeka'nın tarihçesi, sürekli ilerleme ve evrimin bir hikayesidir. Her dönem, bilim insanları ve mühendisler, insan zekasını taklit edebilen ve belirli görevleri yerine getirebilen makineler geliştirmek için yeni ve heyecan verici yöntemler keşfetmiştir. Bu trendin önümüzdeki yıllarda iyice hızlanacağı tahmin ediliyor.




Not: Kelime saymak için yine YZ yardımıyla yaptığım şu sayfayı kullandım:
https://maeyler.github.io/JS/simple/word_count


Sunumun duyurusu


Generative AI (Oluşturucu YZ) 

Geleneksel yazılım, genellikle bir veri tabanı ve bir dizi algoritma içerir. Veri tabanı, bir programın ihtiyaç duyduğu bilgileri saklar. Kullanıcıların girdiği veya önceden toplanmış bilgilerden oluşur. Algoritmalar, belirli bir görevi yerine getirmek veya bir problemi çözmek için yazılımın takip ettiği talimatlardır: "Şu olursa şunu şöyle yap, bu olursa bunu böyle yap" türünde kesin yordamlar içerir. Algoritmalar belirlilik ilkesine dayanır; yani, verilen bir girdinin çıktısı belirlenmiştir. Problemin içinde rastgele elemanlar olsa bile, bunlar da belirli matematik kurallarla üretilir.

Oluşturucu YZ ise yapay sinir ağları ve öğrenme mekanizmalarını kullanır. Yapay sinir ağları, canlılardaki biyolojik sinir ağlarını taklit eder ve katmanlı bir yapıya sahiptir. Bunlar, geniş miktarda veriden karmaşık desenleri öğrenebilir. Bu öğrenme yeteneği, Yapay Zekanın farklı türdeki verilerden - metin, resim, ses, müzik, kod vb- anlam çıkarabilmesini sağlar.

Öğrenme, YZ'nın en önemli özelliğidir. Derin öğrenme teknikleri kullanılarak, bir YZ modeli büyük veri kümelerinden öğrenir ve öğrenilen bu bilgileri yeni girdilere uygular. Bu öğrenme süreci, belirsizlik unsurunu içerir, çünkü aynı girdinin sonucu her zaman aynı olmayabilir. 


Prompt, Oluşturucu YZ'ya kullanıcının isteğini tanımlayan bir metin parçasıdır. Yazılım bu tanımı kullanarak kendisinden beklenen çıktıyı üretir: metin, resim, ses, müzik, kod...  ChatGPT gibi araçlardan yararlanmak için promptun çok iyi belirlenmesi gerekir. "Prompt mühendisliği" denen yeni uzmanlık alanı, YZ'ya doğru soruyu sormanın yollarını gösterir.