21 Ekim 2024

Vefa ve "Eski dostlar"

21 Ekim 2024 -- İstanbul Teknik Üniversitesi

İTÜ Güneş saatinin önünde üç ihtiyar
Yorgo İstefanopulos, İbrahim Eksin, Akif Eyler

Ağustos sonunda sıcaklar azalırken eski bir arkadaşım, İbrahim Eksin aradı: "Hocam, 40 yıl önce doktora tezimde birlikte çalıştığımız iki hocamı İTÜ'ye davet etmek istiyorum." Ne güzel dedim, vefalı insanlar henüz bitmemiş, kırk yıl aradan sonra bugün bir araya geldik.

Bu toplantı bana 50 yıl önce, Boğaziçi Üniversitesinin ilk yıllarında ders aldığım kıymetli hocalarımı hatırlattı: Fizik bölümünde Haluk Beker, Matematikte Attila Aşkar, Makinede Michael Green, Elektronikte Yorgo Hoca... Ortak hocamızın MIT'den sonra BÜ'ne dönüş hikayesini kendisinden dinleyelim:

1971 yılında Boğaziçi Üniversitesi kuruldu. 1972 yılında da ben geldim. O zaman bir heyecan yaratmış olmalıyım, Amerikalıların bir kısmı kalmış fakat Türk hocaların hepsi yaşlıydı. Aralarında en genci Sabih Tansal vardı sonradan rektörümüz de olmuştu. Ben 28 yaşında hoca olarak geldim, öğrencilerim 22 yaşındalardı. Aramızda az yaş farkı vardı, hepsiyle arkadaş olmuştuk ve yepyeni dört ders açmıştım. 
https://haberler.bogazici.edu.tr/tr/haber/ben-ancak-evde-oturursam-hastalanirim

Bu hocaların yazdığı referanslarla, Osman Balcı'nın benim için yaptığı başvurulara olumlu cevaplar geldi. Hocalarımın yolundan doktoraya gittim ve beş yıl beş gün sonra memlekete döndüm. İşte İbrahim Hocayı da o zaman tanıdım. Yorgo Hoca ile doktora tezi üstünde çalışıyordu ve bir noktada tıkanmıştı. Beni eş-danışman yaptılar ve çalışması ivme kazandı:

Doktora öğrencilerim içinde açık ara ilk sırada Eksin

1980'lerin ikinci yarısında üçümüzün yolu ayrıldı. Eksin İTÜ'ye, Eyler yeni kurulan Bilkent'e geçtiler. 2005'de Yorgo Hocamız da Işık Üniversitesine geçti ve uzun yıllar yöneticilik yaptı. Halen oradaki derslerini sürdürüyor. Bana da "sakın boş durma, beynini meşgul et" öğüdünü verdi.

Bugün İbrahim Eksin'in iki farklı yönünü öğrendim: Gençliğinden beri atletizme meraklıymış, koşucuymuş. Son 20 yıldır Türk sanat musikisi çalışıyormuş. Günün anlamına uygun bir parçayı kendi sesinden dinleyelim:


Eksin ve iki hocası İTÜ girişinde

Göletin yakınında yürürken, orta yaşlı koşucu bir hocaya rastladık. Bizden iki eleştiri aldı ama olumlu karşıladı ve koşmaya devam etti:
- Bu yaşta bu kadar koşulmaz, bak nefes nefese kalmışsın!
- Neden taş zeminde koşuyorsun, aşağıda koşu pistimiz var...

Eyler, Eksin, İstefanopulos
Arka planda İTÜ göleti

Bir süre İTÜ arazisinde dolaştıktan sonra bir yerde oturup çayımızı yudumladık. Hocalar ilginç hatıralarını paylaştı. Güzel bir gün oldu, sonraki toplantımızı Moda iskelesinde yapmaya niyetlendik...

19 Temmuz 2024

Teknik Arıza mı, Siber Saldırı mı?

19 Temmuz Cuma günü yaşanan, hava yolları, hastaneler ve bankalar gibi kritik sektörleri etkileyen küresel bilgisayar kesintileri, teknik bir arızadan öte daha karmaşık bir olayın işareti olabilir. Bu olay siber güvenliğin önemini bir kez daha vurguluyor. Bilgi sistemlerine bağımlılığımız arttıkça, bu tür risklere karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor.

Bilgi sistemleri çöktü, uçaklar kalkamıyor.  Kaynak: BBC

Crowdstrike firmasının ürünü, virüsten korunma yazılımındaki bir hatadan kaynaklanan bu durum, binlerce işletmeyi ve milyonlarca insanı doğrudan etkiledi.

According to Crowdstrike boss George Kurtz, the issues are only impacting Windows PCs and no other operating systems, and were caused by a defect in a recent update. "The issue has been identified, isolated and a fix has been deployed," he said. "This is not a security incident or cyber-attack."
Crowdstrike patronu George Kurtz'a göre sorun yalnızca Windows PC'leri etkiliyor ve başka işletim sistemlerinde görülmüyor. Sorunun yakın zamanda yayınlanan güncellemedeki bir hatadan kaynaklandığı bildirildi. "Sorun tespit edildi, izole edildi ve bir düzeltme dağıtıldı. Bu bir güvenlik olayı veya siber saldırı değil" dedi.
https://bbc.com/news/articles/cp4wnrxqlewo


APT41 ile ilgisi olabilir mi?

Olayın siber saldırı olabileceğine dair bazı kuşkular var. Google'ın Mandiant ekibi tarafından dün yayınlanan bir rapora göre, APT41 adı verilen gelişmiş bir siber saldırgan grubu, küresel nakliyat, lojistik, medya, eğlence, teknoloji ve otomotiv sektörlerinde faaliyet gösteren çok sayıda kuruluşu hedef aldı. Bu saldırıların Türkiye de dahil olmak üzere birçok Avrupa ülkesini etkilediği belirtiliyor.

Mandiant has observed a sustained campaign by the advanced persistent threat group APT41 targeting and successfully compromising multiple organizations operating within the global shipping and logistics, media and entertainment, technology, and automotive sectors. The majority of organizations were operating in Italy, Spain, Taiwan, Thailand, Turkey, and the United Kingdom.
https://cloud.google.com/blog/topics/threat-intelligence/apt41-arisen-from-dust

Crowdstrike yetkilileri 19 Temmuz'daki kesintilerin siber saldırı olmadığını savunsa da, etkilenen sektörlerdeki benzerlikler aksini ima ediyor. Çünkü APT41'in saldırıları da benzer şekilde kritik altyapıyı hedef alıyor ve büyük çaplı kesintilere yol açabiliyor.

IT yöneticilerinin kabusu hakikat oldu:
Her yerde mavi ekranlar.  Kaynak: BBC

Yapay Zeka tehdidi mi?

Bu olay, yıllardır dile getirilen yapay zeka (AI) tehdidinin ne kadar gerçek olduğunu gözler önüne serdi. "Makine değil mi, fişini çekersin, sorun biter" yaklaşımının ne kadar sığ olduğunu anlıyoruz... Geldiğimiz noktada, kim kimin fişini çekebilir, hiç belli değil.

YZ tehdidi ile bu olayın muhtemelen hiç ilgisi yok ama o tehdidin nasıl gerçekçi olduğunu, günlük hayatımızın bilgi sistemlerine ne kadar bağlandığını açıkça gördük. Artık makinelerin fişini çekemeyecek kadar bağımlı olmuşuz! Bu makineler olmadan uçaklar uçamıyor, ameliyatlar yapılamıyor, para çekilemiyor. Bilgi sistemleri olmadan ekmek bile alınamayacak günler uzak değil.


Kartla ödeme alamayan süpermarketler bomboş
Çünkü kimsede nakit para yok!  Kaynak: BBC


Pazar Akşamı

Bunları yazdıktan 42 saat sonra, eski öğrencim Onur Karadeli durumu açıklayan bir link gönderdi:

From: onur karadeli 
Date: Sun, Jul 21, 2024 at 7:00 PM
Subject: Re: IT yöneticilerinin kabusu
To: <yz-ve-insan@googlegroups.com>

YZ kaynaklı olmayabilir ancak tüm sistemlerimizin birbirine bağlı ve domino etkisi ile kırılganlaştığını düşünüyorum :)


Yani ne Çin'den siber saldırı ne de otonom robotlar... Sorunun basit bir yazılım hatasından kaynaklandığı anlaşılıyor. Yapay zekaya kalsa bu hatayı asla yapmazdı! Lakin, siber saldırılar ve otonom robotlar sanal tehlikeler değil.

18 Haziran 2024

Bayram tebriki - muâyede

Adı güzel, sözü güzel, işleri güzel eski bir arkadaşımdan gelen bayram tebriği, uzun yıllar sonra da hatırlanmaya layık:

Hattın güzelliği, tezhibin letâfeti, tebriğin
zarâfeti, gönderenin cemâlini yansıtıyor

230 yıllık levha, eskimez bir hikmeti günümüze aktarıyor:
en-necātü fī’ṣ-ṣıdḳ 
Kurtuluş doğruluktadır

Aynı hikmetli söz, Mehmet Akif'in çıkardığı meşhur derginin kapağında:
Sebilur-reşad dergisinin kapağı (1959)
https://katalog.idp.org.tr/sayilar/5503/12-cilt-282-sayi

sidq: harflerin bile ölçüsü var
https://okuyun.github.io/Kuran/#m=sidq

Kuzenim Ubeydullah'dan gelen levhayı cevap olarak gönderdim:
Hattat Hamid Aytaç imzalı bu levha 60 yıllık

Cevabımda görsel süsleme sanatı tezhib yok, lakin sözel süsleme olan aruz vezni kullanılmış:
ne kah rî  des ti 'â  dâ  dan
ne lut fî   â  şi nâ  dan bil
 u mû  run hak ka tef vî  zet
ce nâ  bî  kib ri yâ  dan bil
 .  -   -   -   .  -   -   - 
ti tâ  tâ  tâ  ti tâ  tâ  tâ 


Not: Bizden sonra bu muâyedeyi okuyanlar, 2024 yılında Türkiye'de böyle süslü bir dil kullanıldığını sanmasınlar. Çoktandır unutulmuş olan bu zarâfet, dedelerimiz için bile çağ dışı sayılırdı.


2 Haziran 2024

Kararlarım kendi tercihim mi?

Geride kalan 70 yıl boyunca önüme çıkan önemli karar noktalarına bakınca aklıma şu sorular geliyor:
* Bugün olsa yine aynı kararları verir miydim?
* Bunlar hakikaten benim kendi tercihim mi?

Gençlik yıllarımda kariyerime şekil veren 7 adet kararın sonuçlarını anlatmak istiyorum. Eş seçimi, ev seçimi, proje seçimi gibi başka önemli kararlar burada söz konusu değil.


1964 Ortaokul

Tam 60 yıl önce bugünlerde Moda'daki Fransız okuluna kayıt yaptırmıştık. 

Sınav ve kayıt yetmez -- bu kapı bana açılmadı

5 yıllık ilkokulu yeni bitirmiş ve iki okulun giriş sınavlarını kazanmıştım: Biri İngilizce Maarif Koleji, diğeri Fransızca misyoner okulu. Çevremizin etkisiyle ikinciyi seçtik. Yanlış bir karardı, devlet okulunu seçmek daha güzel olurdu. 

Lakin sınav kazanıp kayıt yaptırmak yetmedi. Babam yaz ortasında yeni kurulan önemli bir kurumda işe başladı ve üç yıl için Ankara'ya taşındık. Ya Fransız okulunda yatılı kalacaktım, ya da Ankara'nın iyi bir mahalle okulunda 80 kişilik barakalarda okuyacaktım. İkinciyi seçtik ve doğrusunu yaptık. 11 yaşında bir çocuğu yatılı okula vermeyin...

Ortaokula girdiğim yıl, çok farklı bir okul açılmış, ama biz duymamıştık.

60 sene önce (28 Ekim 1964) bir haber

1967 Fen Lisesi

Üç yıl sonra, kendimi Ankara Fen Lisesinde buldum. Bu noktada karar vermek zor değildi. Sadece 96 öğrencinin özel sınavla kabul edildiği bir lisede yatılı okumanın ayrıcalığını yaşadım: Alim okulu

AFL 1964 -- Derslikler ve idare binası
Bomboş çevre şimdi Çiğdem mahallesi oldu

Burada geçen üç yıl hayatımın en verimli zamanı oldu. Kütüphane ve laboratuvar imkanları ile idealist öğretmenlerin gayreti, bizi yaşıtlarımızın epey ilerisine geçirdi. Üniversite giriş sınavında ilk beşin üçü bizden çıktı. Kendi adıma, akademik başarım büyük ölçüde lise eğitiminden kaynaklanıyor.


1970 Robert Kolej

Asıl karar noktası üniversite oldu. Fen Lisesi mezunlarının çok büyük çoğunlukla seçtiği iki kariyer yolu vardı: Hacettepe Tıp ya da ODTÜ Mühendislik. Fen lisesinden sonra fen fakültesini seçmek doğal görünse de, hayatın gerçekleri bu yolu çoğumuza kapatıyordu. 

Lakin ben artık ailemin yanında, İstanbul'da okumak istiyordum. Tıp dallarını hiç düşünmediğim için mühendislik yolunda iki ihtimal vardı: Bir yanda tanınmış, sağlam ve köklü kurum İTÜ, bir çok yakınımız oradan mezun. Diğer yanda, ne olduğunu bilmediğimiz, küçük bir yüksek okul: Robert Kolej. Çevrenin baskısına rağmen ikinciyi seçtim, çünkü oradan yurt dışına bir yol bulacağımı seziyordum. Şimdi geriye bakınca sezgimin ve kararımın doğru olduğunu görüyorum.

Hamlin Hall 1927 -- Erkek öğrenci yurdu
Hazırlık sınıfında iken üniversiteler karıştı, eylemler, boykotlar birbirini kovalıyordu. 1950'lerin Amerikan hayranlığı yerini "Yankee go home" ve "Çirkin Amerikalı" sloganlarına bırakmıştı. Sonra bir rivayet çıktı: "Amerikalılar gidiyor, Kolej kapanacak!" Daha önce İTÜ'yü tavsiye edenler "Sana demiştik, emeklerine yazık olacak" demeye başladılar.

Korktuğumuz gibi olmadı, ertesi yıl darbe oldu, eylemler durdu. TC devleti İstanbul'da üçüncü üniversiteyi kurdu ve Amerikalılar yüksek okulu Boğaziçi Üniversitesine devrettiler. Robert Kolej ise Arnavutköy sırtlarındaki kız koleji ile birleşerek orta öğretim faaliyetini sürdürdü.

Öğrenciler açısından değişen bir şey olmadı. Aynı altyapı ve aynı kadro ile dersler devam etti ve iyi bir eğitim alarak mezun olduk. İyi eğitim aldığımı ABD'de doktora dersleri sırasında "bunları daha önce görmüştük" diyerek anladım. Demek üniversite seçiminde doğru bir karar vermişim!

Ya bölüm seçimi? Çok düşünmeden makine mühendisliğini seçmiştim. Henüz bilgisayar kelimesi bile yeni olduğu için öyle bir bölüm yoktu. Dört yıl içinde, program yazmayı inşaat mühendislerinden, matematiği fizikçilerden öğrendim. Bütün fizik derslerini fazladan aldım ama o zaman çift-anadal kavramı yoktu, diploma vermediler. Fizik hocalarım, kesinlikle fizikte doktora yapmamı, bu heyecanla önemli araştırmaların parçası olmamı tavsiye ettiler. Bu kararı doktora eğitimine erteleyip mühendislik mezunu oldum.


1975 Doktora yeri ve konusu

Mezuniyete bir kaç ay kala ortalaması en yüksek olanlar yurt dışında (yani ABD) üniversitelere başvurduk. Benim formları en yakın arkadaşım Osman Balcı doldurdu, birlikte postaya verdiğimiz günü bile hatırlıyorum. Nisan ayında kabul mektupları yine postayla geldi. MIT'den yüksek lisans, Harvard'dan doktora için araştırma bursu kazanmıştım. Çoğunluk MIT demesine rağmen Harvard'ı seçtim, çünkü hemen doktoraya kabul ettiler, ayrıca bir yeterlik sınavı gerekmedi.

Pierce Hall 1952 -- Mühendislik hocaları bu binada

Yeri seçmek kolay oldu. Peki kiminle, hangi konuda çalışacaktım? Akademik danışmanım "önce dersleri al, sonra hocanı seçersin" dedi. Hakikaten, derslerde hocaları tanıyınca Çin asıllı bir tez danışmanı seçtim ve başarılı bir tez ortaya çıktı. Tez hocam benimle başladığı konuda yıllarca yayın yaptı. Bugün bakınca bu kararlar da doğru görünüyor.

Tez çalışmalarım sona yaklaşırken, İstanbul'dan bir ziyaretçim geldi: Endüstri Mühendisliği bölüm başkanı İbrahim Kavrakoğlu. Yeni kurulan bölümüne şehir şehir dolaşarak eleman arıyordu. 

"Hemen döneyim mi, burada bir iki sene çalışayım mı?" sorusuna "Türkiye kaçmıyor, önce kendini yetiştir, sonra dönersin" deyiverdi. Kısa vadeli bakan bir yönetici olsaydı "hemen gel, sana ihtiyaç var" derdi.


1980 Boğaziçi Üniversitesi

Bölüm başkanının tavsiyesine uyarak doktoradan sonra bir sene daha çalıştım. Memlekete dönüp dönmemek bir karar konusu olmadı, ilk günden beri mezun olduğum üniversiteye dönmek istiyordum. Fakat hangi bölüme girecektim? Lisans derecesini aldığım bölüm mü, doktora derslerinde yoğunlaştığım bölüm mü, yoksa yeni kurulan Endüstri Mühendisliği mi? Her üç bölümde de takdir ettiğim çalışkan hocalarım vardı. Hepsinin olduğu bir toplantıda hangi bölüme gireceğimi sordular. Eyvah, buna nasıl cevap vereyim şimdi! Rahmetli İbrahim Hocam bir çırpıda sorunu çözdü: "Yeniliğe açık ve en hızlı gelişen bölüme girecek elbette." Bu cevap ile konu kapandı, hiçbir dersini almadığım yeni bölümü seçtim...

2000'lerde Boğaziçi Üniversitesi
Arka planda Anadolu Hisarı ve Küçüksu

Boğaziçi Üniversitesi, gençlik yıllarımda kendimi geliştirdiğim yer oldu. Çok sayıda ders verme imkanı buldum. Lakin, sürekli aynı yerde kalmak insanı köreltir. Başka yerlerde de çalışmak akademik gelişmenin ön şartıydı.


1988 Akademik izin

Üniversitelerde "Sabbatical" diye anılan bir gelenek vardır: Yedi yılda bir yıl akademik izin. 

Devlet yükseköğretim kurumlarında fiilen 6 yıl çalışan öğretim üyelerine yurt dışında ar-ge niteliğinde çalışmak üzere 1 yıl süre ile ücretli izin verilebilir.

Akademik izin zamanı gelince, 5-6 yere geçici araştırma kadrosu için başvurdum. Hayret, hiçbirinden olumlu cevap gelmedi. Tam o sırada, yeni kurulmakta olan Bilkent Üniversitesinden aradılar. "Kadrolu olmaz ama bir yıl için gelebilirim" dedim. Böylece "Sabbatical hakkını" yurt içinde kullanan ilklerden biri oldum. Lakin yurt dışından kabul alsaydım tercihim bu olmayacaktı. Yani biraz zorla Ankara'ya gitmiş oldum.

1988'de Bilkent Rektörlük binası
Üniversite bu bina ve lojmanlardan ibaret idi
Bilkent'te geçirdiğim bir yıl çok verimli oldu, gidemediğim Amerikan kurumlarından hiç aşağı kalmadı. Geriye bakınca, doğru bir tercih olarak değerlendiriyorum. Sonraki sene yine Boğaziçi'nde geçti ama Bilkent'te alıştığım imkanları eski okulumda bulamadım. Yer değiştirme vakti gelmişti.


1990 Bilkent Üniversitesi

YÖK profesör kadrosuna atanmamı onaylayınca, devlet üniversitesinden istifa ile ayrıldım, ilk ve zamanın tek vakıf üniversitesine geçtim. Bilkent'in fizik ve mühendislik bölümlerinin genç ve çalışkan kadrosu o sırada büyük ümitler vaadediyordu. Bilim dünyasında "ses getiren buluşlar" yapacaktık.

2020'lerde Bilkent Üniversitesi

Beş sene çalıştıktan sonra görüldü ki ne fizikçiler Nobel düzeyinde buluş yapabiliyor, ne de ben kendi alanımda ses getiren bir yayın... "Boyumuzun ölçüsü bu kadarmış" diyerek artık İstanbul'da çalışmak istiyordum. Marmara Üniversitesinden gelen teklifi fazla düşünmeden kabul ettim. Hayatımda "önemli bir karar" oldu elbette, ama alternatifi yoktu...


En baştaki iki soruya dönelim:

* Bugün olsa yine aynı kararları verir miydim?
Fransız okulu hariç, "evet" diyorum. Diğer kararlarım doğru görünüyor, bugün olsa aynısını seçerdim.

* Bunlar hakikaten benim kendi tercihim mi?
Buna "evet" demek çok zor. Her karar kendi şartlarında öyle olmak zorundaydı.

Şu halde, "insan hiçbir şey seçemez, kaderine mahkumdur" mu diyorum? Hayır, tam tersine... Bu kararları verirken ileriye bakıyordum, hepsi kendi tercihimdi. Başka türlü seçmek pekâlâ mümkündü. Lakin geriye bakarken perspektif değişiyor ve "o günün şartlarında başka bir tercih yapamazdım" oluyor. Hani görünen ışık bazı deneylerde dalga gibi, bazı deneylerde parçacık gibi davranır ya, bu da ona benziyor: Karar anında kendi irademle seçiyorum ve bu karardan sorumluyum. Ancak iş olup bittikten sonra, "bu kaderimdi, başka türlü olamazdı" diyebilirim.


14 Mayıs 2024

Karadağ'a çıktım!

Çocuk yaştan beri, Karaman'a her gittiğimde bu dağın gizemine kapılırım. Ovadan yüksekliği sadece 1200 metre ama Bursa'nın Uludağ'ından, Edremit'in Kazdağ'ından daha görkemli, çünkü geniş bir düzlüğün ortasında tek başına duruyor ve 100 km uzaktan görülüyor. Konya'dan yola çıkınca, Kaşınhan geçidinden sonra, Toros'lara çıkıncaya kadar sol tarafınıza hakim olan bir görüntü...

Şehrin her yerinden görünüyor [KMÜ oteli]
Önde Baştepe, arkada zirveyi oluşturan üç tepe
(Resimlere dokunarak büyütebilirsiniz)
Yukarıda görüldüğü gibi, dağın üstünde çok sayıda tepe var. Bunların üç tanesi 2200 metreyi aşıyor. Yaklaşık birer km aralıklı bu tepelerin üçüne de "zirve" deniyor.

Karadağ ve üç zirvesi -- yükseklik 2270 m
Mavi kutunun sağ altında Baştepe krater gölü
... üç yüksek tepenin birleşmesinden oluşmaktadır: Baştepe, Kızıltepe ve en yüksek noktası olan Mahalaç Tepe (2271 m). Baştepe'de 150 metre [yanlış] çaplı bir krater bulunmaktadır.

Burada söz konusu olan üç tepe ile yukarıdaki üç zirve aynı değil. Kızıltepe dağın kuzey tarafında (denizden) yüksekliği 1600 m. Üç zirveden biri olan Mahalaç tepe, dağın ortasındaki Uluçukur'un güney batısında. Baştepe ise güneyde, Karaman'a en yakın ve üstünde küçük bir kale olan volkan tepesi, yüksekliği 2000 m. Sayfanın İngilizcesinde, Baştepe kraterinin derinliği 150 m, çapı 1500 m olarak verilmiş. Yukarıdaki harita bu bilgiyi teyid ediyor.

İKEV tarafından düzenlenen Karaman gezisinin 4. gününü Karadağ'a ayırdık. Otobüsle güney yolundan zirveye çıkmak mümkün olmadığı için, kuzeydeki az meyilli yoldan Madenşehri'ne, ve oradan Üçkuyu'ya ulaştık. 1600 metre yükseklikten ovanın manzarasına doyamadık... 

Üçkuyu'dan zirveye iki buçuk saatlik tırmanış yolu
dağın ortasındaki Uluçukur'un yarısını kapsıyor

Üçkuyu'dan Mahalaç Tepe'ye yaklaşık 8 km kalıyor, fazla dik olmayan uzun bir tırmanışı gençlere bırakarak aynı yoldan geri döndük.

Binbir Kilise

İlkel dinlerde dağlar neden önemlidir? Göklerde olduğu sanılan Tanrı'ya yakın olmak için elbette... Toplu dua ve kurban törenleri hep yüksek yerlerde yapılırmış. Kitaplı dinler bu anlayışı değiştirerek "Allah mekândan münezzehtir, yere göğe sığmaz" dediyse de insanların haşmetli dağlara olan saygısı aynen devam ediyor. Bu dinlerin peygamberleri de kendi dağları ile hatırlanıyor: Hz İbrahim ile Nemrut dağı, Hz Musa ile Tûr dağı, Hz İsa ile Zeytûn dağı birlikte anılır. Son peygamber de Nûr dağında vahiy almış, devletini Uhud'un eteklerinde kurmuş.

Madenşehri'nde bir kilise kalıntısı [Halime Akdağ]
Aynı kilisenin içi -- tavan çökmüş [KMÜ oteli]

Roma devrinde yaşayan ilk hristiyanlar (Kur'an dilinde bunlar da Müslüman) Karadağ'a özel bir önem vererek, dağın hemen her yerine çok sayıda kilise ve manastır yapmışlar. Daha sonra Bizans devrinde ilgi devam etmiş, sayılamayacak kadar çok kalıntı var, hepsi dini yapılar. Etrafta önemli bir yerleşim yeri yokken bu kadar çok kilise nasıl açıklanır? Demek ki eski insanlar Allah için bir eser bırakmakta yarışmışlar.

Karadağ'ın güz sonunda Karaman'dan görünüşü
[Dick Osseman - CC BY-SA 4.0]

Bu geziyi İKEV adına düzenleyen Suat Sözer'e, KARTAP adına konukları ağırlayan Rıza Duru'ya, Karadağ ve çevresini gezdiren arkeolog Ünsal Özırmak'a teşekkür ederiz.

Kaynak: 
https://tr.wikipedia.org/wiki/Karadağ_(Karaman)



7 Mayıs 2024

Modern bir Derviş

Bugün ilginç ve benzersiz bir gençle tanıştım: Almanya doğumlu Marian Brehmer. İbn Haldun Üniversitesinde master yapmış, şimdi Türkiye'de yaşıyor. Celâleddin Rumi'nin ayak izlerini takip ederek Horasan'dan Konya'ya kadar dolaşmış bir Mevlânâ hayranı. 33 yaşında ve şimdiden birkaç kitabı var:

  • Diary of a Cycling Dervish – 24 Days on the Anatolian Sufi Trail
  • Acquire Thirst – Travels into the World of the Sufis
  • Looking for Rumi – A Quest to Find the Treasure Beneath the Ruins

İki kitabın ön kapakları

Özellikle geçen ay yayınlanan son kitabı ilgimi çekti: Rumi'nin geçtiği Belh, Nişabur, Halep ve Konya'yı 10 yıl içinde dolaşırken, bu dört ülkeden kesitleri anlatan modern bir seyahatname. Yazarı da modern bir derviş, Rumi'nin hayat hikayesini sunarken, araya kendi hatıralarını ustaca eklemiş.

Görüşmemizin ana konusu, bu kitabın Türkçe'ye kazandırılmasıydı. Önce mail ile haberleştik. "Üsküdar Nevmekân iyi mi?" yazdım, "Nevmekân Sahil" dedi. Meğer Üsküdar'da çok sayıda Nevmekân varmış, kibarca hatırlatmış oldu. Yeğenim Celâleddin ve oğlu Emre de bize katıldılar.

Emre, Marian, Akif, Celâleddin

İlk kitabına konu olan Sûfi yolu

Toplantının sonunda Celâleddin ikimize birer kitap hediye etti. Marian'a verdiği The Words içinden seçtiği satırları okuyarak ayrıldık.
Yeki hâh, yeki hân, yeki cûy
Yeki bîn, yeki dân, yeki gûy
* Yeki hâh: Bir'i iste; başkaları istenmeye değmiyor.
* Yeki hân: Bir'i çağır; başkaları imdada gelmiyor.
* Yeki cûy: Bir'i ara; başkaları (aranmaya) lâyık değil.
* Yeki bîn:  Bir'i gör; başkaları her vakit görünmüyorlar.
* Yeki dân: Bir'i bil; marifetine yardım etmeyen başka bilgiler faydasız. 
* Yeki gûy: Bir'i söyle; O'na ait olmayan sözler, mâlâyani sayılabilir. 
(Onyedinci Söz'den alıntı)